Bu zamana kadar hayatıma eli değmiş olan herkese ama herkese tek tek bir teşekkür borçlu olduğumu fark ettim.
Ne yazık ki bazı insanlara olan minnetimizi, sevgimizi onları kaybettikten sonra söylemeyi kendimize huy edinmişiz. Sevgi ve minneti dillendirmek için eceli ya da başka türlü daimi ayrılıkları beklememizin akla mantığa uygun bir yanı yok.
Dün geçmişte kaldı, yarın ise çok geç.
O yüzden bugün söylemeliyim ki, bu zamana kadar bana iyilik ya da kötülük etmiş, dostluk veya düşmanlık sergilemiş, dürüst olmuş ya da yalan söylemiş, iyi ya da fesat gözle bakmış, iyiliğimi ya da kötülüğümü istemiş; kısacası ne türlü olursa olsun bir şekilde hayatıma değmiş olan herkese teşekkür ederim.
Gördüğüm tüm iyilikleriniz kalbimi ve ruhumu beslemiş, beni her açıdan sağlıklı kılmış. Hiçbir iyiliğinizi, hiçbir güzel sözünüzü, güzel anınızı, ufacık bir hatıranızı dahi ne olursa olsun unutmam, kaybetmem, minnetimi esirgemem. Siz, Nâzım'ın "ne güzel şey hatırlamak seni" şiiriyle aklıma düşenlersiniz. İyi ki geçtiniz ya da geçiyorsunuz dünyamdan. Ne güzel şey hatırlamak sizi.
Gördüğüm tüm kötülükleriniz ise, bana o kötülükleri etmeseydiniz asla öğrenemeyeceğim şeyler öğretti.
Kime güvenip güvenilmeyeceğini, kime nasıl davranılacağını bana öğreten sizler oldunuz. Belki yeri geldi kova kova gözyaşı döktürdünüz bana, kim bilir, fakat minnettarım size de.
Bir nevi, size de iyi ki rastlamışım. Öğrettiğiniz her şey için teşekkür ederim.
Bence hepiniz, hangi yolla olursa olsun, zamanında size bir şekilde bir şeyler öğretmiş olan herkese ufak bir gülümsemeyle de olsa teşekkürünüzü edin.
Yüz yüze olmasa bile, uzaktan edin. Ya da onlara en uzak, size en yakından; içinizden!
İçten içe herkese, her şeye, hepinize teşekkürler.
Herkese benden demlisinden bir Yeni Türkü - Eyvallah!
6 Aralık 2014 Cumartesi
14 Eylül 2014 Pazar
Amy Winehouse'a mektup:
3 yıl önce telefonuma gelen "Deniz galiba Amy ölmüş" mesajını okumamla başladı bende bu his.
Yine bir kez daha, saçından tut ayak uçlarına kadar her zerresine hayranlık duyduğum biri daha gitmişti.
Sevdiğim diğer herkes gibi, sen de sıradan insanlardan kesinlikle değildin.
Romen bir kuaförün tasarladığı saçın, hüznün gibi uzun uzadıya sürdüğün eye liner'ın, bağımlılığın yüzünden incecik kalmış bedenin ve niyeyse o çok sık giydiğin ve hep dikkatimi çeken beyaz, parlak, rahatsız görünen pisipisilerin...
Senin sıradışı görünümüne hayrandım Amy. Hâlâ hayranım.
Ruhunun hüznünü ses tellerinden duyabildiğim nadir insansın...
Sen bu dünyadan değildin.
Her şarkını gözlerimi kapatarak dinlemeyi çok seviyorum.
Birçok kez albüm kayıtlarını izledim.
Mesela back to black'ini dinlerken düşünüyorum, tam şurayı kaydederken nasıldın? Ne hissediyordun? "And life is like a pipe" dedikten sonra tam o an yüz ifaden nasıldı? Yine buruk mu?
Love is a losing game'i kaydederken yine bağımlılığın yüzünden hep yaptığın gibi sol kolunu mu kaşıyordun istemsizce?
Monkey man'de "ay ay ay" derken iki elin iki yanında ve yürür gibi ritmik bir şekilde o hoş ama komik dansını mı ediyordun yine?
Rehab için stüdyodayken "if my dady thinks I'm fine" derken istemsizce yine yüzünü mü buruşturmuştun ya da dolmuş muydu gözlerin?
Küçücük bedende ne büyük insandın sen Amy.
Şarkı söylerken bambaşka bir Amy oluyordun.
Blake'e karşı daima güçsüz olan o aciz Amy'den eser kalmıyordu şarkı söylerken. Birtek mikrofon başında güveniyordun kendine.
British aksanınla kelimelerin yarısını söyleyişin, harfleri yutuşun bile ne muazzamdı.
Sesinde insanı kendine çeken öyle tuhaf bir güç var ki... yok eşi benzeri.
Ve babanın yazdığı kitapta çocukluğunu okuduğumda anlamıştım malesef, Amy bir şey isterse hiçbir şey ona ulaşmasına engel olamaz.
Ve sen, her ne kadar binlerce kez rehabilitasyona yatıp bu kez son desen de o gün gitmek istedin ve gittin; şehrime, İstanbul'uma ayak bastıktan 3 gün sonra.
Bugün 31 yaşında olacaktın fakat önüne geçemedi kimse gidişinin.
Senden geriye mutfakta, yerde ağlayarak yazdığın şarkılar kaldı.
Bugün sana iyi ki varsın diyememek ne acı.
İyi ki vardın Amy, iyi ki ayak bastın bu dünyaya.
Benden hariç 6 milyar insanı bilmem ama, ben hayatta unutmam seni.
Yine bir kez daha, saçından tut ayak uçlarına kadar her zerresine hayranlık duyduğum biri daha gitmişti.
Sevdiğim diğer herkes gibi, sen de sıradan insanlardan kesinlikle değildin.
Romen bir kuaförün tasarladığı saçın, hüznün gibi uzun uzadıya sürdüğün eye liner'ın, bağımlılığın yüzünden incecik kalmış bedenin ve niyeyse o çok sık giydiğin ve hep dikkatimi çeken beyaz, parlak, rahatsız görünen pisipisilerin...
Senin sıradışı görünümüne hayrandım Amy. Hâlâ hayranım.
Ruhunun hüznünü ses tellerinden duyabildiğim nadir insansın...
Sen bu dünyadan değildin.
Her şarkını gözlerimi kapatarak dinlemeyi çok seviyorum.
Birçok kez albüm kayıtlarını izledim.
Mesela back to black'ini dinlerken düşünüyorum, tam şurayı kaydederken nasıldın? Ne hissediyordun? "And life is like a pipe" dedikten sonra tam o an yüz ifaden nasıldı? Yine buruk mu?
Love is a losing game'i kaydederken yine bağımlılığın yüzünden hep yaptığın gibi sol kolunu mu kaşıyordun istemsizce?
Monkey man'de "ay ay ay" derken iki elin iki yanında ve yürür gibi ritmik bir şekilde o hoş ama komik dansını mı ediyordun yine?
Rehab için stüdyodayken "if my dady thinks I'm fine" derken istemsizce yine yüzünü mü buruşturmuştun ya da dolmuş muydu gözlerin?
Küçücük bedende ne büyük insandın sen Amy.
Şarkı söylerken bambaşka bir Amy oluyordun.
Blake'e karşı daima güçsüz olan o aciz Amy'den eser kalmıyordu şarkı söylerken. Birtek mikrofon başında güveniyordun kendine.
British aksanınla kelimelerin yarısını söyleyişin, harfleri yutuşun bile ne muazzamdı.
Sesinde insanı kendine çeken öyle tuhaf bir güç var ki... yok eşi benzeri.
Ve babanın yazdığı kitapta çocukluğunu okuduğumda anlamıştım malesef, Amy bir şey isterse hiçbir şey ona ulaşmasına engel olamaz.
Ve sen, her ne kadar binlerce kez rehabilitasyona yatıp bu kez son desen de o gün gitmek istedin ve gittin; şehrime, İstanbul'uma ayak bastıktan 3 gün sonra.
Bugün 31 yaşında olacaktın fakat önüne geçemedi kimse gidişinin.
Senden geriye mutfakta, yerde ağlayarak yazdığın şarkılar kaldı.
Bugün sana iyi ki varsın diyememek ne acı.
İyi ki vardın Amy, iyi ki ayak bastın bu dünyaya.
Benden hariç 6 milyar insanı bilmem ama, ben hayatta unutmam seni.
2 Eylül 2014 Salı
"Varlığınız yazılmış en güzel şiir ve şarkılardan bile daha güzel. İyi ki varsınız!"
Her 3 Eylül'de aynı şey için şükretmekten, aynı iyi ki'leri tekrar etmekten asla bıkmayacağım.
Sevmediğim mevsimin, sevmediğim ilk ayında, sevdiğim tek günüdür 3'ü.
Sonbaharın hüznünü en büyük sevincim yapan; sizin dünyaya gelişinizdir.
Siz,
yalnız kalmayı hiç sevmediğim için
ellerimden tutasınız diye,
kahkahamın bile dengesi yokken
dengesizliklerimi dengeleyesiniz diye,
karanlığa düştüğümde
dostluğunuzla yoluma ışık olun diye,
hep o çok parladığını düşündüğünüz gözlerimin
ta içten gülmesini sağlayasınız diye,
ve her adımımda yanıma yoldaş olun diye,
biriniz 20,
diğeriniz 18 yıl önce bugün;
cennetin kapılarının kesinlikle onların ayaklarının altından geçtiğine inandığım
melek annelerinize ve bana,
başka kimsenin sahip olamayacağı birer hediye gibi geldiniz.
Aldığım en güzel hediye,
yıllar evvel bana verdiğiniz dostluğunuzdur.
Ayrı anne babalardan
fakat öz be öz kız kardeşlerimsiniz.
Ne kadar eksik parçam varsa, hepsini bütünleyensiniz.
Beni ben yapan temel taşlardan ikisi bugün doğduğuna göre,
3 Eylül için 2. doğum günüm desem, yalan söylemiş olmam, dimi?
O halde, doğum günümüz kutlu olsun!
Size en büyük dileğim,
kaderimizin yazılmış son kelimesine kadar yan yana yürümemiz. (ne bencilim!)
İyi ki gelmişsiniz dünyaya.
İyi ki sonbaharımı ilkbahar kılıyorsunuz.
İyi ki ruhumu aydınlatan en güzel ışık sizin ışığınız.
İyi ki yoluma yoldaş, ruhuma ikizsiniz.
İyi ki ama iyi ki rastladınız bana.
Varlığınız, yazılmış en güzel şiir ve şarkılardan bile daha güzel.
İyi ki varsınız!
İyi ki!
Sevmediğim mevsimin, sevmediğim ilk ayında, sevdiğim tek günüdür 3'ü.
Sonbaharın hüznünü en büyük sevincim yapan; sizin dünyaya gelişinizdir.
Siz,
yalnız kalmayı hiç sevmediğim için
ellerimden tutasınız diye,
kahkahamın bile dengesi yokken
dengesizliklerimi dengeleyesiniz diye,
karanlığa düştüğümde
dostluğunuzla yoluma ışık olun diye,
hep o çok parladığını düşündüğünüz gözlerimin
ta içten gülmesini sağlayasınız diye,
ve her adımımda yanıma yoldaş olun diye,
biriniz 20,
diğeriniz 18 yıl önce bugün;
cennetin kapılarının kesinlikle onların ayaklarının altından geçtiğine inandığım
melek annelerinize ve bana,
başka kimsenin sahip olamayacağı birer hediye gibi geldiniz.
Aldığım en güzel hediye,
yıllar evvel bana verdiğiniz dostluğunuzdur.
Ayrı anne babalardan
fakat öz be öz kız kardeşlerimsiniz.
Ne kadar eksik parçam varsa, hepsini bütünleyensiniz.
Beni ben yapan temel taşlardan ikisi bugün doğduğuna göre,
3 Eylül için 2. doğum günüm desem, yalan söylemiş olmam, dimi?
O halde, doğum günümüz kutlu olsun!
Size en büyük dileğim,
kaderimizin yazılmış son kelimesine kadar yan yana yürümemiz. (ne bencilim!)
İyi ki gelmişsiniz dünyaya.
İyi ki sonbaharımı ilkbahar kılıyorsunuz.
İyi ki ruhumu aydınlatan en güzel ışık sizin ışığınız.
İyi ki yoluma yoldaş, ruhuma ikizsiniz.
İyi ki ama iyi ki rastladınız bana.
Varlığınız, yazılmış en güzel şiir ve şarkılardan bile daha güzel.
İyi ki varsınız!
İyi ki!
4 Ağustos 2014 Pazartesi
Paris Günlüğü
Bilirsiniz, herkesin gidip görmek için can attığı ya da orda yaşamayı hayal ettiği bir yer vardır.
Ben hep Paris'e gitmeyi düşledim.
Birçok insanın "demir yığını" olduğunu düşündüğü ama benim için muazzam bir şehrin ortasına inşa edilmiş görkemli mi görkemli bir yapı olan Eyfel kulesini görmek, tepesine çıkmak düşlerimi süsledi durdu.
Ağustosun ilk günü, güleryüzlü hostesler eşliğinde titreye titreye bindim uçağa. Normalde dönüş uçağında insanların Paris yazılı ya da eyfelli eşyalar taşıması normal karşılanırken; ben giderken bile tam takım eyfelli gittiğim için gülüştük hostesinden pilotuna her görenle.
Şehre vardık, otele girdik, kuleye gitmek üzere eşyaları odaya fırlatıp metroya bindik. Trecodero istasyonunda inip tabelalardaki "Tour Eiffel" yazılarını takip ede ede çıktık istasyondan. Bir şaşkınlıkla etrafa bakıyoruz ki kule falan yok.
Annemi kardeşimi arkamda bırakıp insan selini takip ederek birkaç metre ilerden herkes gibi sola döndüm ve yıllardır odamda afişleri olan, tişörtlerimde, kolyelerimde, duvar kağıtlarımda, defterlerimde; kısacası her yerde resmini taşıdığım büyülü Eyfel Kulesi'ni tam karşımda buldum.
O an "hiiiiiiiii" diye kuyruğuna basılmış kedi sesi çıkardığımı sonradan arkamdan yetişen annemden duydum. Heyecanlanınca asla kendini tutamayan biri olarak elimi ağzıma basıp iki damla gözyaşının süzülmesine izin verdim. Hayal ettiğimden çok daha büyük, çok daha gözalıcıydı.
Bu zamana kadar az bile abartmışım dedim kendi kendime.
Mutluluğumu ve gözyaşımı gören, bu hassas yönümü bizzat kendisinden aldığım anneme döndüğümde bana bakarak ağladığını görünce bende gözyaşı sel oldu aktı. (Eyfelle ilk fotoğrafımı hiçkimse görmeyecek o yüzden. Eyfelden daha büyük(!) gözler ve pancar suratlar var zira...)
Paris'e dair sevdiğim şeyler:
*Daha uçaktan şehrin kentleşmesine hayran kaldım. Düzgün yerleştirilmiş binaları çok beğendim bir İstanbul'lu olarak.
*Yeşili bol bir şehir, her yerde ağaçlar, yolların ortasında direklere asılmış saksıda çiçeklere bayıldım.
*Otelin karşısındaki binadan çıkan eli bastonlu yaşlı amca, beni karşısında kocaman sırıtarak etrafa bakarken görünce şapkasını çıkararak selam verdi ve "ooo bonjour madam" dedi asırlık dost samimiyetiyle. Çok şekerdi, çok mutlu etti beni.
*Başta Eyfel olmak üzere her köşesinde ayrı bir güzellik vardı. Binaların nostaljik görünümü, sokakların dar oluşu, müzeler, parklar hepsi şüphesiz ki çok güzeldi.
*İstanbul'da saat satan siyahiler, burda Eyfel maketleri satıyordu. 5 tanesi 1 euro diye milleti çekip 30-40 euro kitleyebiliyorlar. Bir tanesi Türk olduğumu duyunca "oooo I like Turkish people" diyerek Fenerbahçe/Galatasaray? dedi birden. Bende Galatasaraaay deyince aynen şöyle "İnşalla şampiyona" dedi. Sonra başladı "Hasan Sas, Ağda Tuğan, Emğe Colak, Teğim Fati"... Tabi ki bu sevimli ötesi hareketinden sonra çoğu hediyeliğimizi ondan aldık. Bir de yaptıkları bu illegal satış esnasında bisikletle yaklaşan polisi fark ettiklerinde hepsi anında birer Usain Bolt oluyordu,
gülmekten ne onlar koşabiliyorlardı, ne de biz kendimizi alabiliyorduk.
Paris'e dair sevmediğim şeyler:
*Şehrin en çok kullanılan ve pratik ulaşım aracı olan metro adeta dökülüyordu. Yalnızca birkaç istasyon(Eyfel'e ya da müzelere çıkanlar) güzel ve temizdi. Diğerleri çok kötü kokuyor, çöp içinde ve bakımsızdı. Hatta bir tanesinde aktarma yaparken iki tane fare gördük, daha kötüsü tek şaşıran bizdik.
*Yalnızca metro değil, işlek 1-2 semti hariç(onlar bile tam temiz olmasa da) çoğu semt çöp içindeydi. Çöp kutuları ağzına kadar dolu, kenarlara bile taşmış olduğundan herkes çöpünü yere atıyordu. İçimden "ulaaaaaaaaan, Paris lan burası, mis gibi şehrimin içine ediyorsunuz hepinize kafa atıcam şimdi" diye haykırmak geldi.
*Fransa'nın başkentine gittik, adam akıllı fransız göremedik. Milliyetler birbirine girmiş. Yanınızdan geçen birinin türk, arap, Afrikalı, italyan, ispanyol, koreli, japon, Çinli olma olasılığı, fransız olma olasılığından daha yüksekti. Ve onların turist olmadığını anlayabiliyorsunuz, hepsi birer Paris sakini.
*Milliyetçilik akımının başkentine gittiğimizi biliyorduk ama bilet istediğimiz metrodaki biletçi kadının ısrarla fransızca ne istiyorsunuz? demesi ve fransızca bilmiyorsanız otomatik gişeye demesi çileden çıkardı. Bir de küfür yedik tabi.
*Irkçı değilim, asla olmadım, olanıda sonuna kadar kınarım ama siyahi insanlar(özellikle erkekler) duş almıyor sanırım. Bir insan keçi gibi kokmamalı. Hele metroda önümde kolları havadayken hiç
kokmamalı.
İlaveten;
Dönüş için havaalanına geldiğimizde bir hata nedeniyle bizi o gün gönderemeyeceklerini, bir gün daha kalmamız gerektiğini, oteli, öğünleri ve otele ulaşımı dahi onların karşılayacaklarını ve paramızı iade edeceklerini söylediler. Bu şekilde uçak biletleri bedavaya gelen ve Paris'te +1 gün daha kazanan şanslı ötesi insanlar olduk. Bu güzel özürleri elbetteki kabul edilmiştir. Air France'i bu hatasından ötürü kutluyor, hatalarının şahsıma devamını bekliyorum.
Ben hep Paris'e gitmeyi düşledim.
Birçok insanın "demir yığını" olduğunu düşündüğü ama benim için muazzam bir şehrin ortasına inşa edilmiş görkemli mi görkemli bir yapı olan Eyfel kulesini görmek, tepesine çıkmak düşlerimi süsledi durdu.
Ağustosun ilk günü, güleryüzlü hostesler eşliğinde titreye titreye bindim uçağa. Normalde dönüş uçağında insanların Paris yazılı ya da eyfelli eşyalar taşıması normal karşılanırken; ben giderken bile tam takım eyfelli gittiğim için gülüştük hostesinden pilotuna her görenle.
Şehre vardık, otele girdik, kuleye gitmek üzere eşyaları odaya fırlatıp metroya bindik. Trecodero istasyonunda inip tabelalardaki "Tour Eiffel" yazılarını takip ede ede çıktık istasyondan. Bir şaşkınlıkla etrafa bakıyoruz ki kule falan yok.
Annemi kardeşimi arkamda bırakıp insan selini takip ederek birkaç metre ilerden herkes gibi sola döndüm ve yıllardır odamda afişleri olan, tişörtlerimde, kolyelerimde, duvar kağıtlarımda, defterlerimde; kısacası her yerde resmini taşıdığım büyülü Eyfel Kulesi'ni tam karşımda buldum.
O an "hiiiiiiiii" diye kuyruğuna basılmış kedi sesi çıkardığımı sonradan arkamdan yetişen annemden duydum. Heyecanlanınca asla kendini tutamayan biri olarak elimi ağzıma basıp iki damla gözyaşının süzülmesine izin verdim. Hayal ettiğimden çok daha büyük, çok daha gözalıcıydı.
Bu zamana kadar az bile abartmışım dedim kendi kendime.
Mutluluğumu ve gözyaşımı gören, bu hassas yönümü bizzat kendisinden aldığım anneme döndüğümde bana bakarak ağladığını görünce bende gözyaşı sel oldu aktı. (Eyfelle ilk fotoğrafımı hiçkimse görmeyecek o yüzden. Eyfelden daha büyük(!) gözler ve pancar suratlar var zira...)
Paris'e dair sevdiğim şeyler:
*Daha uçaktan şehrin kentleşmesine hayran kaldım. Düzgün yerleştirilmiş binaları çok beğendim bir İstanbul'lu olarak.
*Yeşili bol bir şehir, her yerde ağaçlar, yolların ortasında direklere asılmış saksıda çiçeklere bayıldım.
*Otelin karşısındaki binadan çıkan eli bastonlu yaşlı amca, beni karşısında kocaman sırıtarak etrafa bakarken görünce şapkasını çıkararak selam verdi ve "ooo bonjour madam" dedi asırlık dost samimiyetiyle. Çok şekerdi, çok mutlu etti beni.
*Başta Eyfel olmak üzere her köşesinde ayrı bir güzellik vardı. Binaların nostaljik görünümü, sokakların dar oluşu, müzeler, parklar hepsi şüphesiz ki çok güzeldi.
*İstanbul'da saat satan siyahiler, burda Eyfel maketleri satıyordu. 5 tanesi 1 euro diye milleti çekip 30-40 euro kitleyebiliyorlar. Bir tanesi Türk olduğumu duyunca "oooo I like Turkish people" diyerek Fenerbahçe/Galatasaray? dedi birden. Bende Galatasaraaay deyince aynen şöyle "İnşalla şampiyona" dedi. Sonra başladı "Hasan Sas, Ağda Tuğan, Emğe Colak, Teğim Fati"... Tabi ki bu sevimli ötesi hareketinden sonra çoğu hediyeliğimizi ondan aldık. Bir de yaptıkları bu illegal satış esnasında bisikletle yaklaşan polisi fark ettiklerinde hepsi anında birer Usain Bolt oluyordu,
gülmekten ne onlar koşabiliyorlardı, ne de biz kendimizi alabiliyorduk.
Paris'e dair sevmediğim şeyler:
*Şehrin en çok kullanılan ve pratik ulaşım aracı olan metro adeta dökülüyordu. Yalnızca birkaç istasyon(Eyfel'e ya da müzelere çıkanlar) güzel ve temizdi. Diğerleri çok kötü kokuyor, çöp içinde ve bakımsızdı. Hatta bir tanesinde aktarma yaparken iki tane fare gördük, daha kötüsü tek şaşıran bizdik.
*Yalnızca metro değil, işlek 1-2 semti hariç(onlar bile tam temiz olmasa da) çoğu semt çöp içindeydi. Çöp kutuları ağzına kadar dolu, kenarlara bile taşmış olduğundan herkes çöpünü yere atıyordu. İçimden "ulaaaaaaaaan, Paris lan burası, mis gibi şehrimin içine ediyorsunuz hepinize kafa atıcam şimdi" diye haykırmak geldi.
*Fransa'nın başkentine gittik, adam akıllı fransız göremedik. Milliyetler birbirine girmiş. Yanınızdan geçen birinin türk, arap, Afrikalı, italyan, ispanyol, koreli, japon, Çinli olma olasılığı, fransız olma olasılığından daha yüksekti. Ve onların turist olmadığını anlayabiliyorsunuz, hepsi birer Paris sakini.
*Milliyetçilik akımının başkentine gittiğimizi biliyorduk ama bilet istediğimiz metrodaki biletçi kadının ısrarla fransızca ne istiyorsunuz? demesi ve fransızca bilmiyorsanız otomatik gişeye demesi çileden çıkardı. Bir de küfür yedik tabi.
*Irkçı değilim, asla olmadım, olanıda sonuna kadar kınarım ama siyahi insanlar(özellikle erkekler) duş almıyor sanırım. Bir insan keçi gibi kokmamalı. Hele metroda önümde kolları havadayken hiç
kokmamalı.
İlaveten;
Dönüş için havaalanına geldiğimizde bir hata nedeniyle bizi o gün gönderemeyeceklerini, bir gün daha kalmamız gerektiğini, oteli, öğünleri ve otele ulaşımı dahi onların karşılayacaklarını ve paramızı iade edeceklerini söylediler. Bu şekilde uçak biletleri bedavaya gelen ve Paris'te +1 gün daha kazanan şanslı ötesi insanlar olduk. Bu güzel özürleri elbetteki kabul edilmiştir. Air France'i bu hatasından ötürü kutluyor, hatalarının şahsıma devamını bekliyorum.
26 Temmuz 2014 Cumartesi
"Güzel şeylere!"
Yıllar boyu birileriyle her gün aynı sokaktan geçer, aynı fırından ekmek alır, aynı markete gidersin. Selam verdiğiniz esnaf amcalar da aynıdır, sokakta durup sevdiğiniz kediler de.
Sonra birilerinin adını kimi sohbetlerde birileri aracılığıyla duymaya başlarsın.
Kimi sohbetlerde arada ismi süzülen biri... olağan şey. Falanca kişi niyetine mesela.
Sonra yıllar yılı kovalar, yollar kesişir. Kısacık bir merhaba, birilerini "tanıdık, bildik" ilan eder.
Her gün aynı sokaktan geçtiğin, aynı fırından ekmek alıp, aynı markete girdiğin ve artık tanıyor olduğun birilerinin bu kez farkındasındır ve her karşılaşmada tebessümle selam verirsin. "Tanıdık bildik" insanlara selam vermek güzeldir.
Sonra yıllar yılları kovalayadurur, sen hala aynı sokaklardan geçerken ve aynı esnaf amcalar, aynı kediler hala o sokaktayken; birileriyle yollarınız daha sık kesişmeye başlar. "Artık yıllar geçmiş ve siz değişmişsinizdir" ne de olsa.
Aynı şarkılara eşlik edip, aynı satırların altını çizer olmuşsunuzdur.
Birbirinizden habersiz. Hiç farkında olmadan. Ne hoş.
Ve en son sahnede, iki ayrı vapur, -birilerine şükürler olsun ki- iki ayrı insanın yolunu bir kez daha kesiştirmek üzere limanlarından yol alır.
Ayrı vapurlarda, aynı maviliği izleyen iki ayrı insan...
Bir kısa merhaba ve bildik gülümsemeler...
Farkında olmadan yanında güzel hissetmeye başlamalar...
Tanıdık birinin kıyılarına, tanıdık olmayan hisler çarptı dalgalar o an.
Bu yankının "gitsinler ya da gitmesinler, isterse görmesinler, hep orda olduğunu" farkettiler.. Geç hissetseler de güç hissetmediler.
Ve Temmuz'a bir kala, yılın son Haziran akşamı, en güzel şarkılar son ses çalmaya başladı. (*biz, rayında tren gibiyiz...)
İki kişinin her günü mis gibi dünya kokan birer kavun dilimi olmaya başladı, birbirleri sayesinde.
Fakat hep öyle değil midir zaten, Sabahattin Ali zaten söylememiş miydi birçok şeylere ihtiyacımızı ancak onları görüp tanıdıktan sonra keşfettiğimizi?
Söylemişti...
-O zaman güzel şeylere...
+Güzel şeylere:)
Sonra birilerinin adını kimi sohbetlerde birileri aracılığıyla duymaya başlarsın.
Kimi sohbetlerde arada ismi süzülen biri... olağan şey. Falanca kişi niyetine mesela.
Sonra yıllar yılı kovalar, yollar kesişir. Kısacık bir merhaba, birilerini "tanıdık, bildik" ilan eder.
Her gün aynı sokaktan geçtiğin, aynı fırından ekmek alıp, aynı markete girdiğin ve artık tanıyor olduğun birilerinin bu kez farkındasındır ve her karşılaşmada tebessümle selam verirsin. "Tanıdık bildik" insanlara selam vermek güzeldir.
Sonra yıllar yılları kovalayadurur, sen hala aynı sokaklardan geçerken ve aynı esnaf amcalar, aynı kediler hala o sokaktayken; birileriyle yollarınız daha sık kesişmeye başlar. "Artık yıllar geçmiş ve siz değişmişsinizdir" ne de olsa.
Aynı şarkılara eşlik edip, aynı satırların altını çizer olmuşsunuzdur.
Birbirinizden habersiz. Hiç farkında olmadan. Ne hoş.
Ve en son sahnede, iki ayrı vapur, -birilerine şükürler olsun ki- iki ayrı insanın yolunu bir kez daha kesiştirmek üzere limanlarından yol alır.
Ayrı vapurlarda, aynı maviliği izleyen iki ayrı insan...
Bir kısa merhaba ve bildik gülümsemeler...
Farkında olmadan yanında güzel hissetmeye başlamalar...
Tanıdık birinin kıyılarına, tanıdık olmayan hisler çarptı dalgalar o an.
Bu yankının "gitsinler ya da gitmesinler, isterse görmesinler, hep orda olduğunu" farkettiler.. Geç hissetseler de güç hissetmediler.
Ve Temmuz'a bir kala, yılın son Haziran akşamı, en güzel şarkılar son ses çalmaya başladı. (*biz, rayında tren gibiyiz...)
İki kişinin her günü mis gibi dünya kokan birer kavun dilimi olmaya başladı, birbirleri sayesinde.
Fakat hep öyle değil midir zaten, Sabahattin Ali zaten söylememiş miydi birçok şeylere ihtiyacımızı ancak onları görüp tanıdıktan sonra keşfettiğimizi?
Söylemişti...
-O zaman güzel şeylere...
+Güzel şeylere:)
27 Haziran 2014 Cuma
O gider, bu gider, şu gider, dostluk; sen yanı başımızda kalırsın.
Hoşçakalları hiç sevemedim.
O yüzden kimseye hoşçakalım yok.
Olmasın da.
Sevdiğim insanlara veda etmekle geçiriyorum ömrümü.
Kendine iyi bak'lara,
yolun açık olsun'lara
Ve daha nice iyi dileklere
dudağımın kenarındaki sahte bir gülücükle
ve setini aşıp göz çukurlarımdan özgürlüğüne kavuşmayı bekleyen boncuk yaşlarla teşekkür ediyorum sadece.
Herkes veda eden gözlerle, son kezmiş bakıyor bana.
Elimde sevdiklerimden arta kalan notlarla ve eşyalarla
kalakaldım.
Allahım, nasıl güzel satırlar vermişsiniz bana!
Niye veda etmişsiniz ki hepiniz?
Oysa Kadıköy'de keşfedilecek daha çok sokak,
bakılacak daha çok falımız var.
Gökyüzüne her baktığımda gördüğüm her bulut,
her yıldız,
ve güneşin bütün o sıcaklığı bana sizi gösterecek dostlarım.
Siz, bir telefon kadar uzağımda
Bir kalp kadar yakınımda olacaksınız daima.
Siz hep benimle olacaksınız.
Nasıl otların, balıkların çeşidini bilen insanların aksine
ayrılıkları biliyorsam ben
ve ezbere saydığım yıldızların değil
hasretlerin adıysa
tıpkı Nâzım gibi
bir o kadar da tepeden tırnağa hasretten ibaretim.
Yani,
mecburen,
aslında yakından uzaktan alakası olmayan
ama Nâzım'ınkiyle aynı kapıya çıkan bir hasreti buyur edeceğim bu gece.
Ayrılık ve hasretlerin adını hergün yeniden ezberleyeceğim.
Her kavuşmayı iple çekecek
ve kavuşma esnasında bile size hasret kalacağım.
Ailemin burdaki eksikliğini bana hiç yaşatmayan dostlarım,
sizin eksikliğinizi hiç kimse dolduramayacak.
Siz, sahip olduğum en değerli insanlar olmakla birlikte
benim tek şanslı yönümsünüz.
Sizsiz yarım kalırmışım sahi.
Diğer yarım sizmişsiniz.
"Ben haber etmeden haberimi alırsınız,
yedi yıllık yoldan kuşkanadıyla gelirsiniz.
Gözümün dilinden anlar, elimin sırrını bilirsiniz.Namuslu bir kitap gibi güler,
alnımın terini silersiniz.
O gider, bu gider, şu gider, dostluk;
sen yanı başımızda kalırsın."
Farklı öznelerle böyle demiş işte Nâzım.
İstesemde çok uzağa gidemeyeceğim yani.
Hep yanı başımda olacaksınız.
O yüzden elveda değil benimki.
Sadece bi 'hoşçakal'
Ben tekrar gelip sizi kollarımın arasına alana kadar hoşça kalın herbiriniz.
Ben kendime iyi bakacağım.
Siz bendende iyi bakın.
Yolum ancak size çıkarsa açık olur benim.
Her yolum size çıksın.
Neredeyse hepinizin yazdığı gibi,
her Nâzım dizesi,
her papatya,
her Nil şarkısı,
gördüğünüz her mor
ben olsun aksın içinize.
Sizi öyle seviyorum ki,
hiçbir dilin hiçbir kelimesi yetmiyor anlatmama.
Güle güle dostlar.
O yüzden kimseye hoşçakalım yok.
Olmasın da.
Sevdiğim insanlara veda etmekle geçiriyorum ömrümü.
Kendine iyi bak'lara,
yolun açık olsun'lara
Ve daha nice iyi dileklere
dudağımın kenarındaki sahte bir gülücükle
ve setini aşıp göz çukurlarımdan özgürlüğüne kavuşmayı bekleyen boncuk yaşlarla teşekkür ediyorum sadece.
Herkes veda eden gözlerle, son kezmiş bakıyor bana.
Elimde sevdiklerimden arta kalan notlarla ve eşyalarla
kalakaldım.
Allahım, nasıl güzel satırlar vermişsiniz bana!
Niye veda etmişsiniz ki hepiniz?
Oysa Kadıköy'de keşfedilecek daha çok sokak,
bakılacak daha çok falımız var.
Gökyüzüne her baktığımda gördüğüm her bulut,
her yıldız,
ve güneşin bütün o sıcaklığı bana sizi gösterecek dostlarım.
Siz, bir telefon kadar uzağımda
Bir kalp kadar yakınımda olacaksınız daima.
Siz hep benimle olacaksınız.
Nasıl otların, balıkların çeşidini bilen insanların aksine
ayrılıkları biliyorsam ben
ve ezbere saydığım yıldızların değil
hasretlerin adıysa
tıpkı Nâzım gibi
bir o kadar da tepeden tırnağa hasretten ibaretim.
Yani,
mecburen,
aslında yakından uzaktan alakası olmayan
ama Nâzım'ınkiyle aynı kapıya çıkan bir hasreti buyur edeceğim bu gece.
Ayrılık ve hasretlerin adını hergün yeniden ezberleyeceğim.
Her kavuşmayı iple çekecek
ve kavuşma esnasında bile size hasret kalacağım.
Ailemin burdaki eksikliğini bana hiç yaşatmayan dostlarım,
sizin eksikliğinizi hiç kimse dolduramayacak.
Siz, sahip olduğum en değerli insanlar olmakla birlikte
benim tek şanslı yönümsünüz.
Sizsiz yarım kalırmışım sahi.
Diğer yarım sizmişsiniz.
"Ben haber etmeden haberimi alırsınız,
yedi yıllık yoldan kuşkanadıyla gelirsiniz.
Gözümün dilinden anlar, elimin sırrını bilirsiniz.Namuslu bir kitap gibi güler,
alnımın terini silersiniz.
O gider, bu gider, şu gider, dostluk;
sen yanı başımızda kalırsın."
Farklı öznelerle böyle demiş işte Nâzım.
İstesemde çok uzağa gidemeyeceğim yani.
Hep yanı başımda olacaksınız.
O yüzden elveda değil benimki.
Sadece bi 'hoşçakal'
Ben tekrar gelip sizi kollarımın arasına alana kadar hoşça kalın herbiriniz.
Ben kendime iyi bakacağım.
Siz bendende iyi bakın.
Yolum ancak size çıkarsa açık olur benim.
Her yolum size çıksın.
Neredeyse hepinizin yazdığı gibi,
her Nâzım dizesi,
her papatya,
her Nil şarkısı,
gördüğünüz her mor
ben olsun aksın içinize.
Sizi öyle seviyorum ki,
hiçbir dilin hiçbir kelimesi yetmiyor anlatmama.
Güle güle dostlar.
10 Nisan 2014 Perşembe
"yaşamak güzel şey be kardeşim!"
Sayfa sayfa yazmak istediğinizi hissedersiniz ama iş kalem-kağıt boyutuna taşınınca tıkanıp kalırsınız ya, şuan tam da o haldeyken yazmaya başlamış birinin satırlarını okuyorsunuz.
Şirin bir şarkı eşliğinde(doris day-whatever will be will be) hayatın bitip tükenmez kederinden bir parça sıyrılmış ve içindeki umut ışığına biraz daha sarılmış biri olarak, muhtemelen Nâzım "yaşamak güzel şey be kardeşim! " dizesini yazdığı an nasıl hissetmişse öyle hissediyorum.
Ne olursa olsun, hayat eteklerimizden ne kadar çekiştirirse çekiştirsin, yaşamak gerçekten güzel şey be kardeşim.
Bir Cesaria Evora şarkısının huzurunu hissetmek ya da Elvis'in enerjisine kapılmak ne güzel şey!
Caz ne güzel, piyano ne hoş...
Erik ve çilek ne güzel meyveler!
Nâzım nasıl güzel şiirler bırakmış bana! Vera da nasıl güzel kadınmış ama...
Yıldızlar ne çok! Yaz gecelerinde çimlere uzanıp her birine bir hayal yüklemek aslında ne ümitli iş!
Şuan aşık olman ya da olmaman aslında önemsiz, düşününce aşk nasıl da kutsal, dimi?
Renkler ne kadar güzel, hele mor, her tonu ayrı çiçek.
Senin de her tonun ayrı çiçek olsun.
Çalabildiğini çal hayattan, şüphesiz ki bu hırsızlığın getireceği tek sonuç mutluluğun ta kendisidir.
Yaşamak gerçekten güzel şey be kardeşim.
Dipnot: Şirin şarkımı dinleyerek bu yazıyı yeniden okuyun.
Şirin bir şarkı eşliğinde(doris day-whatever will be will be) hayatın bitip tükenmez kederinden bir parça sıyrılmış ve içindeki umut ışığına biraz daha sarılmış biri olarak, muhtemelen Nâzım "yaşamak güzel şey be kardeşim! " dizesini yazdığı an nasıl hissetmişse öyle hissediyorum.
Ne olursa olsun, hayat eteklerimizden ne kadar çekiştirirse çekiştirsin, yaşamak gerçekten güzel şey be kardeşim.
Bir Cesaria Evora şarkısının huzurunu hissetmek ya da Elvis'in enerjisine kapılmak ne güzel şey!
Caz ne güzel, piyano ne hoş...
Erik ve çilek ne güzel meyveler!
Nâzım nasıl güzel şiirler bırakmış bana! Vera da nasıl güzel kadınmış ama...
Yıldızlar ne çok! Yaz gecelerinde çimlere uzanıp her birine bir hayal yüklemek aslında ne ümitli iş!
Şuan aşık olman ya da olmaman aslında önemsiz, düşününce aşk nasıl da kutsal, dimi?
Renkler ne kadar güzel, hele mor, her tonu ayrı çiçek.
Senin de her tonun ayrı çiçek olsun.
Çalabildiğini çal hayattan, şüphesiz ki bu hırsızlığın getireceği tek sonuç mutluluğun ta kendisidir.
Yaşamak gerçekten güzel şey be kardeşim.
Dipnot: Şirin şarkımı dinleyerek bu yazıyı yeniden okuyun.
15 Ocak 2014 Çarşamba
"Sahi, ya doğmasaydın Nâzım'ım?"
Bugün; 28 yıl hapis cezası verdiğiniz, 12 yıla yakın süre parmaklıklar ardında hapsettiğiniz, 48 yaşında askere çağırdığınız(!), ölümünden kaçtığı için, "Anadolu'ya gömün beni" diyecek kadar çok sevdiği vatanının vatandaşlığından çıkardığınız ve şükür ki(!) ölümünden 46 yıl sonra vatandaşlığını geri verdiğiniz, tek suçu emperyalizme karşı savaş verip; aç, susuz, ezilen halkının yanında olduğunu "yazmak" olan Nâzım Hikmet'in, Mavi Gözlü Dev'in doğum günü.
Şiir şüphesiz ki insan ruhuna dokunabilen nadide ellerden biri ve Nâzım Hikmet, Türk şiirinin "romantik komünist"i, hem ruhumuza dokundu dizeleriyle hem de öğretti dayı kızına sosyalizmi.
Yüreğinde taşıdığı sevgilerin saflığını dizelerine kelime kelime yansıtan Mavi Gözlü Dev'e, 112 yaşında bir adama en derin samimiyetimle aşık olduğumu doğum gününde bir kez daha ilan etmek isterim.
Gönlü gibi zengin, hürriyet gibi aydınlığım şiirlerinin gölgesinde. Doğum günü kutlu olsun!
Ne zaman doğmuşluğu önemli değil, ister 112 olsun ister 512, aşığım Nâzım'ın her bir satırına, her bir anısına.
"İyi ki geçtin dünyadan,
Sahi, ya doğmasaydın Nâzım'ım?"
Şiir şüphesiz ki insan ruhuna dokunabilen nadide ellerden biri ve Nâzım Hikmet, Türk şiirinin "romantik komünist"i, hem ruhumuza dokundu dizeleriyle hem de öğretti dayı kızına sosyalizmi.
Yüreğinde taşıdığı sevgilerin saflığını dizelerine kelime kelime yansıtan Mavi Gözlü Dev'e, 112 yaşında bir adama en derin samimiyetimle aşık olduğumu doğum gününde bir kez daha ilan etmek isterim.
Gönlü gibi zengin, hürriyet gibi aydınlığım şiirlerinin gölgesinde. Doğum günü kutlu olsun!
Ne zaman doğmuşluğu önemli değil, ister 112 olsun ister 512, aşığım Nâzım'ın her bir satırına, her bir anısına.
"İyi ki geçtin dünyadan,
Sahi, ya doğmasaydın Nâzım'ım?"
7 Ocak 2014 Salı
"o da geldi geçti" diyebilmek gerek!
Bir zamanlar saç diplerimizi dahi sızlatmış, gözlerimizde mütemadi neme sebep olmuş acılarımızdan söz ederken tepkisiz olabiliyorsak artık, acının bizi mahvetmesine değil; bizi olgunlaştırmasına izin vermişiz demektir.
Hayatı daha yaşanılır kılmak için yapılması gerekenler listemizin başında olması gereken bu madde, bir gün siz farkında olmadan gelip size kalıcı misafirlik edebilirmiş.
Acılarımız hem bizi bir sonrakine 1-0 önde hazırlayabilir, hemde daha başından hükmen mağlup edebilirmiş.
Her şey, kişilik ve direncin ne derece kaba konduğuna ve ne kadar yoğrulduğuna bakıyormuş.
Ya onları tabulaştırıp her anımsandığımızda ilk günki sızıyı hissedecek kadar aciz olacağız ya da gülümseyerek "o da geldi geçti" demesini bileceğiz.
Her şey bizim elimizde!
Hayatı daha yaşanılır kılmak için yapılması gerekenler listemizin başında olması gereken bu madde, bir gün siz farkında olmadan gelip size kalıcı misafirlik edebilirmiş.
Acılarımız hem bizi bir sonrakine 1-0 önde hazırlayabilir, hemde daha başından hükmen mağlup edebilirmiş.
Her şey, kişilik ve direncin ne derece kaba konduğuna ve ne kadar yoğrulduğuna bakıyormuş.
Ya onları tabulaştırıp her anımsandığımızda ilk günki sızıyı hissedecek kadar aciz olacağız ya da gülümseyerek "o da geldi geçti" demesini bileceğiz.
Her şey bizim elimizde!
Kaydol:
Yorumlar (Atom)
